Teodora Hacudi’nin Derneğimizdeki Konuşmasının Tam Metni

Ben Anadolu Rumuyumhacudi2
hep sorarlar “sizinkiler ne zaman geldi” diye
bizimkiler bir yerlerden gelmediler ki,
hep buradaydılar…
Biz varken Artemis vardı Meryem Ana geldi,
Kibele’nin yerine gelmişti zaten Artemis de…
Boşuna dememişler ANAdolu diye
tanrıçalarıyla, amazonlarıyla ANA doluydu bu topraklar.
Anatolia da derler benim vatanıma,
doğu,
güneşin doğduğu topraklar,
sadece güneş de değil
medeniyetler doğmuştu bu topraklarda,
arka arkaya,
her biri bir öncekinden feyz alıp devam etmiştir aslında
o yüzdendir bu kadar benzerlik ve paylaşılamayanın olması…
Toprağımın keşkektir bayram yemeği mesela,
tatlısı da baklava
zeytini de yağıda kutsalıdır bu toprakların
bakarsanız paganlardan gelir yağ yakma geleneği…
Efelerin zeybeği \
Dionysos bağ bozumu ritüelidir aslında
yeleği de pek bir benzer satyrleri simgelemek için omuzlanan keçi postuna..
Bırakalım binlerce yıl öncesini
biraz da günümüze gelelim.
Anadolu Rumu bilir ezan okunurken bacak bacak üstüne atılmayacağını
aslına bakarsanız ezanı her duyduğunda dua da okur içinden
zaten duaya çağrı değil midir ezan,
olmaz çağrıya cevap vermemek.
Nasıl ki kilisesinde alışıksa yanında bir Müslüman görmeye
aynı şekilde kabul görür mevlitte.
Üç beş kişi kalmış bile olsa
koca mahalleye yetecek kadar boyanır paskalya yumurtaları,
pişirilir çörekleri,
ne de olsa bekleyeni çoktur…

Anadolu’nun Noel Babası, Maria Eleni için geldiğinde
Mustafa ve Çevriye için de hediye bırakır Noel Ağacının altına, O da inanmaz çünkü çocukların ırkı dini olduğuna…
Herşey bu kadar güllük gülistanlıksa
ne söyleniyorsun demezler mi
derler
dediler de
sen alışmışsındır Rum’un hakaret olarak kullanılmasına
ama acıtır
her seferinde daha fazla acıtır
ve sadece Rum da değil
Ermeni de
Yahudi de
Alevi de
Kürt de acıtır..

9.2015GUNCEL
Yurttaşlık ve etnik kimliğin bu kadar dar bir kapsamda algılanması ülkemizin gayrimüslim topluluklarının tamamı için büyük bir felaket halini almıştır. 6-7 Eylül’de en çok zararı Rumlar görmüş olabilir, ama saldırgan kitle, Ermeni ve Yahudi hemşerilerimizi de hedef almıştı.
LAKİ VİNGAS
1955’te, 6 Eylül’ü 7 Eylül’e bağlayan gece darbeyi yiyen, yalnızca Rumlar değildi. Hemşerilerimizin, istanbullu, Trakyalı, Anadolulu komşularımızın otobüslere bindirilip, ‘öteki’ olarak işaretlenmiş ne varsa yağmalamaya koyuldukları o kara gecede, asıl darbe yiyen, vatandaşlık fikriydi. 6-7 Eylül olaylarının bugün bizlere sunacağı bir ders varsa, bunun, hakları ve sorumlulukları eşit, devlet karşısında eşit değere sahip bir vatandaşlar toplumu oluşturmaya dair olabileceğini düşünüyorum.
Bu satırları yazarken gözlerimin önüne o fotoğraflar, aklıma makaleler ve istatistikler geliyor. Spiros Vrionis ve Dilek Güven gibi araştırmacıların çalışmaları, 6-7 Eylül olaylarının yarattığı felaketi ortaya çıkarıp karanlıkta kalmış yönlerini aydınlattı. Saldırılar yalnızca Pera’yla sınırlı değildi. Zaten 1955’te Rumlar, İstanbul’un çeşitli mahallelerine dağılmış bir şekilde, azınlıktan ve çoğunluktan komşularıyla beraber yaşıyorlardı. Samatya, Langa, Kumkapı. Edirnekapı, Sarmaşık, Topkapı. Fener, Hasköy.Yeniköy, Tarabya, Kadıköy, Adalar… Yanmış, harap olmuş onca kilise, onca manastır, onca mezarlık, onca okul, yağmalanmış onca dükkân, ev… Yüzyıllarca her tür tehlikeden korunmuş olan, Balıklı’daki patrik mezarları kırılmış, açılmış, emanetlere saygısızlık edilmiş. Yüzyıllık ikonalar ve kutsal emanetler tahrip edilmiş, ateşe verilmiş. Hep gözardı ettiğimiz insanî kayıpları da unutmayalım. 6-7 Eylül’de kitleler tahrip etmekle kalmadı, şiddet uyguladı, yaraladı ve öldürdü de.
Cesur fotoğrafçı Dimitris Kalumenos sayesinde kurtarılan fotoğraf arşivinden, Samatya Ayios Konstantinos Kilisesi’nin harabeleri içindeki Patrik Athenagoras’ın siluetini unutmak mümkün değil. Yalnızca duvarları sağlam kalmış olan bir binada, Patrik’in devleşmiş siluetinin, eğilmiş bir şekilde, felaketin büyüklüğünü anlamaya çalıştığını görüyoruz. Patriklik dönemi boyunca Rum toplumunun Türk toplumuna entegre olması için mücadele eden bu insan, bir gecede, bıraktığı mirasın yok olduğunu, bir arada yaşama vizyonunun paramparça olduğuna tanık oldu.
Çünkü bir arada yaşam karşılıklı saygı ister; karşılıklı saygı da, topluma ve onu oluşturan yurttaşlara dair bambaşka bir algı ister. 1955’te, demokratik yöntemlerle, Rumların da yoğun desteğiyle seçilmiş olan bir hükümet, Rumları dış politikası için bir silah olarak kullandı. Yani toplumun bir parçasını yalnızlaştırarak onu pokerde son hamle olarak kullanmayı yeğledi. 1955’te, Kıbrıs’ta ne kadar kan döküleceğini bilmiyorduk. Devletimizin, değiş-tokuşta kullanmak üzere hepimizi rehin alacağını ve toplumumuzdan, Makarios’un attığı her adım için kınama beklediğini de bilmiyorduk. Çünkü bizler ne Yunanistan vatandaşı, ne de Kıbrıslıydık. Askerliğini yapan, vergilerini ödeyen, çocuklarını ülkenin gençliğiyle beraber görmek isteyen, doğdukları topraklarda ilerlemek isteyen Türkiye vatandaşlarıydık, halen de öyleyiz.
Mütekabiliyet engeli ve uluslararası politikanın kapanları, bu vatandaşlık algısını temelden sarstı. Yanlış yorumlanmış olan mütekabiliyet ilkesi Lozan Antlaşması’nın Türkiye’de ve Yunanistan’da azınlıkların korunmasına dair maddelerine dayanıyordu. Lakin korunmaktan bahsetmek bir yana, hükümetler kriz dönemlerinde bu koruma maddelerini en sınırlı hale getirip azınlıkları ikinci sınıf vatandaş ilan ettiğinden, mütekabiliyet ilkesi her iki ülkedeki azınlık vatandaşlarında daimi bir güvensizlik yarattı. Böylelikle Türkiye Cumhuriyeti’nin bir bölüm vatandaşının haklarından faydalanıp faydalanamayacağı, hükümetlerin yaklaşımlarına göre değişir oldu.
Bu da yetmezmiş gibi, Kıbrıs meselesinin çözümü ‘mütekabiliyet’ başlığı altında değerlendirilmeye başladı; Rum toplumu başkalarının yaptıkları yüzünden günah keçisi sayıldı. Bu meselenin her kritik dönemecinde, Türkiye hükümeti Rumları kendi vatandaşları olarak kabul etmekten uzaklaşıyor, Türk toplumu da, o döneme kadar ayrılmaz bir parçası olan bir grubu yabancılaştırıyordu. Mütekabiliyet. Uluslararası siyasete ve uluslararası hukuka ait olan bu kavram, bu memlekette derin kökler salmış olan, kökleri yüzyıllara dayanan ve doğdukları topraklarda yaşamak dışında bir şey istemeyen bir topluluğu altüst etti. Ancak vaziyet öyle gelişti ki, bağlar yarıldı, güven sarsıldı, kaçış ve göç başladı. 6-7 Eylül, vatandaşlığın eşit olmadığının ilk göstergesi değildi belki ama, istanbul Rumlarının devlet ve toplumla kurdukları ilişkide dönüm noktası oldu. Sıklıkla istanbul Rumlarına atıfta bulunurken, aynı dönemde hedef gösterilen diğer grupların kaderini yok sayıyoruz – en başta da, İmroz (Gökçeada) ve Tenedos (Bozcaada) Rumlarını… 6-7 Eylül olaylarının ruhu, iki adanın Rum toplumlarına ağır bir darbe vurdu. Buralarda, Rum toplumuna yönelik adaletsiz ve eşitsiz davranışlar, Rumların, planlı bir şekilde memleketlerinden kovulmalarına kadar ulaştı.
Yurttaşlık ve etnik kimliğin bu kadar dar bir kapsamda algılanması ülkemizin gayrimüslim topluluklarının tamamı için büyük bir felaket halini almıştır. 6-7 Eylül’de en çok zararı Rumlar görmüş olabilir, ama saldırgan kitle, Ermeni ve Yahudi hemşerilerimizi de hedef almıştı. Sonraki dönemde, İzmir’deki Rumlar ve diğer azınlıklar, Antakyalı Rum Ortodokslar ve güneydoğudaki Süryaniler de, ikinci sınıf vatandaşlar olarak, bu tür saldırılardan kaçamadılar.
Artık durması gereken, bu aşağılama. Bu ülkenin gayrimüslim vatandaşları olarak bizler, geçmişte tanık olduklarımıza karşın, devletten ayrıcalıklı bir konum istemiyoruz. Ancak, kendimizi yeniden Türkiye’nin eşit yurttaşları olarak hissedebilmemiz için biraz yüreklendirme istiyoruz. Rum toplumu, bu çerçevede, devlet ile arasındaki mesafeyi azaltmak için adımlar atmaya çalıştı. RUMVADER’in ‘Azınlık Vatandaşları – Eşit Vatandaşlar’ başlıklı projesiyle, Türk toplumuna, hakkımız olandan fazlasını istemediğimizi göstermeye çalıştık. Her Türkiye vatandaşı gibi bizler de, kimliğimizi ve geleneklerimizi koruyarak burada, atalarımızın memleketinde kalma hakkına sahibiz ve bunu arzu ediyoruz.
Son yıllarda devletin gayrimüslim vatandaşlarına karşı algısında bir iyileşme görüyoruz. Bunun kalıcı olmasını, hükümetlerin iradesinden bağımsız bir şekilde, sabit kurallarla kurumsallaşmasını istiyoruz. Devlete ve kurumlarına karşı bir güven atmosferi, ancak, iyi niyetli uygulamaların sabit bir hal almasıyla oluşabilir.
Rum toplumu, demografik sorunlardan dolayı, zorlu bir varoluş mücadelesi ve kurumlarını işler kılma çabası içinde, iki-üç öğrencili bir sınıfta öğretmen nasıl verimli bir ders işleyebilir; çoğu yaşlı üç bin kişiyle, 70 vakıf, dernekler, çeşitli kurumlar nasıl doğru yönetilebilir?
Bu büyük ülkedeki yerimizin tehlike altında olduğunu düşünmeyecek kadar iyimserim. Türkiye’nin yurttaşlar topluluğu, son yıllarda, tüm üyeleri için mücadele edeceğini gösteriyor. 6-7 Eylül’ün yıldönümünün bizler için yeniden gündeme getirdiği de tam olarak bu, yani bizlerin, bu toplumun ayrılmaz bir parçası olduğumuz ve biz hedef gösterildiğimizde, bu ülkeyi demokratik yapan tüm değerlerin yok olduğu gerçeği. Tüm vatandaşlarına saygı duyan bir demokrasiye dair bu sürekli çabayı, Müslümanlar ve gayrimüslimler olarak, hep beraber, köklerimizden bağımsız bir şekilde, yüzünü ortak bir geleceğe çevirmiş vatandaşlar olarak göstermek istiyoruz.
6-7 EYLÜL’ÜN BİLANÇOSU
6-7 Eylül 1955’te, Türkçe basına göre 11, bazı Yunanca kaynaklara göre 15 kişi öldürüldü.. Akademisyen Dilek Güven’e göre, ölü sayısının ‘az’ oluşu, gruplara “ölü olmasın” emri verilmesi sebebiyledir. Resmî rakamlara göre 30 kişi, gayriresmî rakamlara göre 300 kişi yaralandı. Yine Güven’e göre resmi rakamlara göre 60 olan tecavüze uğrayan kadın sayısının, 400’e yakın olduğu tahmin edilmektedir.
Aynı gün ve gece, 4.214 ev, 1.004 işyeri, 73 kilise, 1 sinagog, 2 manastır, 26 okul, yüzlerce mezar ile aralarında fabrika, otel, bar gibi yerlerin bulunduğu 5.317 mekân saldırıya uğradı.

1955’ten itibaren Demokrat Parti hükümeti gittikçe zorlaşan bir ekonomik durumla karşı karşıya kalmış ve özellikle yüksek enflasyon nedeniyle hayat standardı düşen kesimin güvenini kaybetmiştir; şüpheli metotlarla muhalefeti susturma çabaları ise basının, aydınların ve öğrencilerin de Demokrat Parti’den soğumasına yol açmıştır. Örneğin Alman Dışişleri’nin bir raporuna göre daha olaylardan 15 gün evvel, muhalefeti kontrol amacıyla 7 Eylül 1955 günü İstanbul, Ankara ve izmir’de sıkıyönetim ilan edilmesine karar verilmiştir. 1956yılında muhalefeti baskı altına almak için Basın ve Toplantı Yasası’na getirilen kısıtlamalar da büyük ölçüde 6-7 Eylül olaylarıyla gerekçelendirilmiştir. Menderes hükümetinin azınlıklara karşı baştaki liberal politikası, gittikçe zorlaşan ekonomik koşullarla değişir ve ilişkiler gerginleşir.
Kıbrıs Türklerine yapılan baskılar, 1955 yılında Türkiye kamuoyunun gündeminde başköşeye oturmuştur. O dönem Türkiye’de en çok satan gazete olan Hürriyet’in başlığında İstanbul’daki Rum azınlığın aralarında bağış toplayarak Kıbrıs Rumlarının ENOSİS çetelerine gönderdiğini yazıyordu.
Dışişleri yetkilileri Londra’da Kıbrıs temaslarına devam ederken, Atatürk’ün Selanik’teki evinde bir bomba patlamasıyla ilgili haber, önce 6 Eylül 1955 günü saat 13.00 haberlerinde radyoda yayımlandı. (Atatürk’ün Selanik’teki evine bomba attığı iddia edilen Selanik Üniversitesi Siyasal Bilgileri öğrencisi Oktay Engin daha sonra gıyabında mahkûm edilmiştir. Oktay Engin, 22 Şubat 1992 -18 Eylül 1993 tarihleri arasında Nevşehir Valiliği’ne getirilmiştir.)
Bunun üzerine, “Atamızın evi bombalandı” manşetiyle ikinci baskı yapan Mithat Perin’in sahibi, Gökşin Sipahioğlu’nun yazı işleri müdürü olduğu DP yanlısı istanbul Ekspres gazetesi genelde tirajı 20.000 civarında olduğu halde 6 Eylül’de 290.000 basmış ve o dönemde kurulmuş olan Kıbrıs Türktür Derneği üyelerince bütün istanbul’da satılmaya ve halkı galeyana getirmek üzere kullanılmaya başlandı.
Aynı baskıda Kıbrıs Türktür Derneği genel sekreteri Kamil Önal Mukaddesata el uzatanlara bunu çok pahalıya ödeteceğiz, ödeteceğimizi alenen söylemekte de bir mahzur görmüyoruz diye yazmıştır.
Kıbrıs Türktür Cemiyeti’nin14′ önayak olması ve diğer gençlik örgütleri, meslek kuruluşları, DP teşkilatı, bazı resmi ve gayriresmî makamların telkin ve teşvikiyle yerel kalabalıklar ve şehre dışarıdan getirilmiş olan kitlelerce 6 Eylül akşamı Cumhuriyet tarihinde görülmemiş bir yağma ve yıkım eylemi gerçekleştirildi.
İlk saldırı saat 19.00 sıralarında Şişli’deki Haylayf Pastanesi’ne yapıldı. Ardından büyüyen kalabalık Kumkapı, Samatya, Yedikule, Beyoğlu’na geçerek gayrimüslimlerin toplu olarak yaşadığı birçok semtte önce Rumların, ardından da Ermeni, Yahudi ve hatta yanlışlıkla bazı Türklerin dükkânlarına saldırarak yağmaya başladı. İstanbul’daki Rum azınlığın ev, işyeri ve ibadet yerlerine yönelik bu saldırılarda emniyet pasif bir tutum sergiledi. Rum vatandaşların adresleri hakkında önceden bilgi sahibi olan, yirmi-otuz kişilik organize birliklerin kent içindeki ulaşımı özel arabalar, taksi ve kamyonların yanı sıra otobüs, vapur gibi araçlar yardımıyla sağlandı. 7 Eylül sabahına kadar süren saldırılarda aralarında kilise ve havraların da bulunduğu 5.000’den fazla taşınmaz tahrip edildi ve milyonlarca dolarlık mal sokaklara saçılıp, yağmalandı.’
istanbul’un her yerinde yağmalar aynı yöntemle yapıldı. Dükkânlara saldıranlar önce vitrinleri taşlayarak kırdılar ya da demir parmaklıkları kaynak makineleri ve tel makasları yardımıyla açtılar, ardından içerideki alet ve makineleri dışarı çıkararak paramparça ettiler.
Kiliseler ve mezarlıklarda payını aldı: Kiliselerin içindeki kutsal
resimler, haçlar, ikonalar ve diğer kutsal eşyalar tahrip edildiği gibi, İstanbul’da bulunan 73 Rum Ortodoks kilisesinin tamamı ateşe verildi.
izmit ve Adapazarı’ndan gelen yağmacılar geri dönmek üzere Haydarpaşa istasyonu’na geldiklerinde, üzerlerinde yağmaladıkları mallarla yakalandılar. Bunların büyük bir bölümünün başka şehirlerden getirildiği ortaya çıktı (örneğin Sivas’tan 145, Trabzon’dan 117, Kastamonu’dan 116, Erzincan’dan 111 kişi).

Comments are closed.